bilgi-dünyam
  MARDUK VE 2012
 
MARDUK VE 2012

YOKSA KIYAMETMİ GELDİ ?





Başlangıcından tam olarak emin değiliz; ama en azından ilk neolitik yerleşimlerin dünya üzerinde ortaya çıkmasıyla birlikte, atalarımızın gözlerinin gökyüzünü sürekli taradığını biliyoruz.

Saptadıkları gök cisimlerini düzenli olarak gözlemleyen; onları yakından tanıdıkça da gece göklerini izlemelerini kolaylaştıracak düşsel bölgeler tasarlayan ve her birine özgün isimler veren bu insanların uzaya duydukları yoğun ilgiyi, nedense mistik ve ezoterik bir yaklaşıma bağlama eğiliminde olmuşuzdur hep.

Onların gerçekten neler düşündüğünü, neler hissettiğini anlama; gökyüzünü dikkatle izleyen atalarımızla bir anlamda empati kurma çabaları, oldukça yenidir. Yine de hâlâ onlardan bize dek ulaşan garip ve çoğu kez anlaşılması güç metinlerde yazanları "dinsel" bir temele oturtma alışkanlığı; bize fazlasıyla fantastik görünen hikâyeleri "mitoloji" başlığı altında sınıflama eğilimi oldukça yaygındır.

Çünkü bugün sahip olduğumuz (ve her fırsatta öğünmeyi ihmal etmediğimiz) uygarlığımız, bambaşka bir evren yorumuna sahiptir. Bilgi birikimini sonraki kuşaklara aktarmaya yarayan eğitim kurumumuz, bu evren ve tarih anlayışıyla ilgili olarak binyıllar içinde yavaş yavaş biçimlenen önyargıları, daha çocukluğumuzdan itibaren belleğimize yerleştirmeye başlar. Çoğu kez, şaşırtıcı derecede muhafazakâr ve katı önyargılardır bunlar.

İlkokul yıllarımda, öğretmenlerimizin tarih dersinde "Eski insanlar dünyanın bir öküzün boynuzları üzerinde durduğuna inanırlardı" dediklerini hep anımsarım. O çocuk aklımızla uzak atalarımızı fena halde küçümsememize neden olan bu "ilkelliğin" aslında bahar ekinoksunda güneşin Boğa Burcu hizasına denk geldiği bir dönemi vurgulayan farklı bir "çağ işaretçisi" olduğunu çok sonra öğrenecektim.

 Neyse ki diğer derslerde öğretilenler, boşluğu doldurmamıza yardım ederdi: O denli ilkel ve basit düşünüşlü insanlardı ki atalarımız, doğa olaylarına, güneşe, aya ve yıldızlara taparlardı. Büyük devletler, hatta güçlü imparatorluklar kurdukları dönemde bile bu huylarından vazgeçmemişler; evreni yöneten tek tanrı düşüncesine ancak binyıllar sonra ulaşabilmişlerdi.

Dolayısıyla, bu denli basit bir evren anlayışına sahip insanların, dünyanın yuvarlak olduğunu fark edememeleri doğal karşılanmalıydı.

Sanırım okurlar kendi ilkokul yıllarından benzeri anıları canlandırmışlardır gözlerinde, bu satırları okurken. Ama işin daha ciddi yanı, bu güçlü önyargıların ilkokul çağıyla sınırlı kalmayıp, yaşamı boyunca günümüz insanının beynine çakılmasıdır. Tarihe ve "uygarlık" kavramına bakışımızın ilke ve ölçütlerini belirleyen Batılı düşünce sistemimiz, günümüzde gelinen noktayı "mümkün olan tek uygarlık" olarak görme eğilimini çok güçlü olarak yaşatır çünkü.

Bu, bilimsel edinimlerle ortaya çıkacak gelişmeleri ve bu gelişmelerin toplumsal yapıya uygulanmasını, net bir "çizgisellik" içinde değerlendiren, aslında son derece tutucu bir felsefeden kaynaklanır. Bu felsefeye göre uygarlık yolunda ilerleyen insanlık, zorunlu birtakım aşamalardan geçerek ve bilimsel kazanımlarına yenilerini ekleyerek, sanki ezelden beri var olan bir merdivenin basamaklarını tırmanır:

İlkin mağaralarda toplu yaşam ve sosyal örgütlenmenin ilk biçimi ortaya çıkar; sonra tahıl ekiminin bulunmasıyla tarımın getirdiği olanaklardan yararlanılır ve "yerleşik yaşam" başlar; derken tekerlek bulunur, yük taşıma ve ulaşım kolaylaşır; sonra alfabe geliştirilir, bilgi yazıya dökülmeye başlar; tek tanrı düşüncesi ortaya çıkar ve gerçek merkezi krallıklar oluşur; teleskop bulunur ve gök cisimleri incelenir hale gelince evren anlayışı değişir; barutun kullanımıyla yeni silahlar üretilir; buhar makinesi bulunur, sanayi devrimi gerçekleştirilir; derken sırayı dört zamanlı motorlar alır, otomobil ortaya çıkar; aerodinamik üzerine çalışmalar yoğunlaşır, uçak icat edilir; nihayet, ampul, radyo dalgaları, atom çekirdeğinin parçalanması ve uzay yolculuğuyla çizgisel tırmanışın basamakları muhteşem uygarlığımızın "modern" düzeyine ulaşır.

Dilerseniz yeni basamakları bilgisayar teknolojisi, soğuk füzyon ve genetik mühendisliğiyle yukarı doğru tırmandırmayı sürdürebilirsiniz. Tıpkı, Sid Meier'in bütün dünyada çok sevilen ve milyonlarca kişi tarafından oynanan ünlü bilgisayar oyunu "Civilization"daki gibidir her şey yani.

Bu düşünce, "aklın yolu bir" özdeyişiyle de inanılmaz bir paralellik içindedir: Aşılması gereken aşamalar, edinilmesi gereken bilimsel deneyim ve kazanımlar sanki çok önceden bellidir ve biz bir yazgıyı izler biçimde, er ya da geç bu basamakları tırmanmaya başlarız. Ancak doğru basamağa erişildiği anda "uygarlık ileri gitmiş" olur.

Bu mantık uzantısında, "falan ülke filan ülkeye göre 100 yıl daha ileri" gibi, rasyonellikten çok pragmatikliğe prim veren "değer ölçüleri" çıkar ortaya. Daha fenası, bilimi egemen üretim ilişkileri ve üretim sisteminin dışında görerek "mutlak ilerleme"nin nesnel temsilcisi düzeyine yerleştirmekle bağlantılı bir anlayıştır bu. Son üç yüz yıldır adeta tapınılır hale gelen "teknoloji"nin, evreni kavramaktaki nesnel ve idealist amaçlarla değil, doğrudan doğruya bilimi kendi "kâr" güdüsü doğrultusunda "istihdam eden" kapitalizmin çabalarıyla biçimlendiğini görmezden gelir.

Bu, sınıf, çıkar grupları ve üretimden daha büyük pay alma kaygılarından bağımsız, neredeyse "tanrı katında" bir yerlere yerleştirilen bilimin; bütünüyle düşük maliyet, yüksek kâr ve daha büyük ölçüde üretim uğruna kapitalizm tarafından hadım edildiği gerçeğini sürekli göz ardı etmekten başka bir şey değildir. "Marka"ların fetiş; "pazarlama"nın yeni din ve "borsa"nın modern tapınaklar haline geldiği "çağdaş" imparatorluklarımızda bilim çoktan teknolojiye kurban edilmiş durumdadır.

Ünlü tarihçi Georg Ostrogorsky, Bizans İmparatorluğu'nu tanımlarken, en yalın haliyle onun üç unsurun bileşimi olduğunu vurgular: Hıristiyan inanç sistemi, Roma devlet geleneği ve Yunan felsefesi. Ben bu formüldeki bileşenleri biraz değiştirerek, bugün "modern toplum" ya da "çağdaş uygarlık" olarak görme eğiliminde olduğumuz Batı anlayışının çekirdeğinin analiz edilebileceği inancındayım.

Bu, Yahudi/hıristiyan (Judeo-Christian) tektanrıcılığı; Yunan düşünce sistemi ve Roma İmparatorluğu'nun askeri/siyasi anlayışından oluşan ve giderek ısrarla "çağdaşlık yolundaki tek alternatif" olarak küreselleşmeye çalışan bir modeldir.

Bugün ekonomik anlamda "teknoloji" denen unsurla üretim sisteminin öznel amaçlarına, siyasi anlamda da devlet-iktidar-bürokrasi üçlüsüne teslim edilen bilim, neyse ki doğası ve varoluşu gereği meraklı, kuşkucu ve "devrimci" olmak zorundadır. Yok edilmeye çalışılan bu kökünün zaman zaman su yüzüne çıkmasıyla bile, dayatılan "çizgisel tarih" ve "uygarlık merdivenleri" anlayışlarının aslında ne denli siyasi ve sınıfsal bir yaklaşımın ürünü olduğu sergilenebiliyor.

Ama Batı uygarlığının, daha net bir ifadeyle günümüzdeki "Roma özlemleriyle yanıp tutuşan" modern kapitalizmin etkileri o denli güçlü ki, bağrından ona antitez olarak doğurduğu Marksist düşüncede bile bu "çizgisel tarih" anlayışının izlerini insanı dehşete düşürecek netlikte hissedebiliyoruz. (Üretici güçlerin "doğal" gelişim sürecine bağlı aşamalar olarak sunulan "ilkel topluluk - köleci toplum - feodal toplum - kapitalist toplum - sosyalist toplum" dönüşümünün Marksist çözümlemedeki biçimsel varlığı bile bunu algılamaya yeterli.)

Uygarlığın bugün gelmiş olduğu nokta, daha ilerisi için de düşgücü uzantısında ipuçları sunan bir tür "yazgı" gibi değerlendiriliyor modern kültürde. Bense, bu "yazgı"yı oluşturan ve insanlığı bugüne getiren değişkenlerin, tıpkı İ.Ö 3150'deki Tufan ve İ.Ö 1650'deki yerkabuğu hareketleri gibi, büyük ve küresel afetlerce belirlendiğini düşünüyorum. Bunu ileri sürerken de, "yazgı" kavramının bilinen en eski kullanımına, "gezegen yörüngesi" anlamına dikkat çekmek istiyorum.

Bütün tanrıların çobanı

Köklerinin çok daha eskiye, belki Sümer'in bile öncesine dayandığını bildiğimiz Babil Yaratılış Destanı, ilk dizesinden bilinen adıyla "Enuma Eliş" , güneş sistemimizin oluşumunu bugün bize masalsı gelen bir dille anlatırken, gezegenlerin kendi yörüngelerine kavuşmalarını da daha önce vurguladığımız gibi, onların "kader tabletleri"ne sahip olmalarıyla bağlantılı olarak ele alır. Bu şiirsel metinde, henüz kararsız denge içinde olan güneş sistemimizdeki gezegenlerin bugünkü bilinen yörüngelerine ilahi bir müdahaleyle nasıl yerleştirildiklerinin hikâyesini buluruz. Söz konusu müdahale, uzaklardan gelen "Marduk" tarafından gerçekleştirilmiştir:

"... göklerde parlayan yıldız
Başlangıç ve Gelecek onun ellerinde olsun, herkes ona saygı göstersin
Diyelim ki: O dinlenmeksizin yolunu
Tiamat'ın ortasından zorla geçirdi
Onun adı
Nibiru olsun, Ortayı Ele Geçiren
Çünkü gökyüzündeki yıldızlara yollarını o sağladı
O bütün tanrıların çobanı oldu"

Marduk'un aldığı bu Nİ.Bİ.RU adı, Sümer dilinde "Geçiş Gezegeni" anlamına geliyor. Uzaklardan hızla yaklaşan ve güneş sistemimizde bir dizi çarpışmayla birlikte gezegenlerin yörüngelerini düzenleyen Marduk, Enuma Eliş'te bütün tanrısal kimliğine paralel olarak aynı zamanda bir "gök cismi" biçiminde ele alınıyor. Yani, bir gezegen. Ama işlevi ve yörüngesi dolayısıyla o denli önemli bir gezegen ki bu, Marduk'u iyiden iyiye güçlü bir tanrı, "diğer tanrıların çobanı" haline getiriyor.

Nibiru/Marduk'un kimliğine, hangi gezegen olduğuna değinmeden önce, eskiçağ toplumlarıyla bizim Batılı evren anlayışımız arasındaki en önemli farkın, gelip "yazgı" sözcüğünde düğümlendiğini vurgulamakta yarar var: Yukarıda çerçevesini çizdiğimiz üzere, biz uzaya ve zamana "çizgisel" (linear) bir anlayışla yaklaşıyoruz. Oysa binlerce yıl önceki atalarımız, "döngüsel" (circular) bakıyorlardı evrenin yasalarına.

Aradaki bu son derece temel fark, bizim tarihi, zamanı ve uygarlık kavramını, başlangıcı ve sonu belli olmayan, önceden belirlenmiş bir merdiven gibi görmemiz sonucunu doğururken; sözünü ettiğimiz eski toplumların, başlangıcı ve sonu aynı noktada birleşen döngülere dayalı bir evren yaklaşımı geliştirmeleri anlamına geliyordu.

Bu döngüsellik, ilk başta yarattığı hissin aksine, her şeyin sürekli olarak kendini tekrarladığı (bizim "tarih tekerrürden ibarettir" deyişimize benzeyen) bir evreni betimlemez. Tam tersine, başlangıç ve sonuçlar aynı noktayı işaretlese de, bir döngünün tamamlandığı yerde başlayan yeni döngü, merkezi bambaşka bir düzlem üzerinde olan bütünüyle farklı bir çembere benzemektedir.

Aynı noktaya teğet olan, sonsuz sayıda çember olarak düşünebiliriz bunları. Bu çemberlerin hiç biri bir diğerinin aynısı olmayacak; buna karşılık belli bir "an"da hepsi aynı noktadan geçeceklerdir: Yani, birinin bitip, diğerinin başladığı noktadan.

Bunun zaman çizelgesindeki anlamı (tam olarak doğru olmasa da) eşit uzunluktaki zaman dilimleriyle belirlenen, farklı niteliklere sahip "çağ"lardır.





Dolayısıyla, döngülerin başlangıç ve bitişleri, evrenin bu yapısı içinde kaçınılmaz zaman dilimleriyle belirlenmiştir eskiçağ anlayışında; "yazgı" denebilecek tek olgu budur. Aynı noktaya teğet olan çemberlerin mutlaka bu noktadan (istasyondan) geçmeleriyle aynı şeydir yani. O çemberlerin çapını, bir başka deyişle döngünün uzunluğunu (ya da "yazgı"nın nicel boyutunu) belirleyen unsur da, "kader tabletleri" anlayışında bir örneğini gördüğümüz gezegen yörüngeleridir.

Modern kozmolojinin bugün geldiği nokta, ne gariptir ki eskiçağ uzay ve zaman anlayışını büyük ölçüde doğrular nitelikte. Evrenin ve uzayın "yuvarlak" bir yapıya sahip olduğunu bugün artık net olarak biliyoruz. Uzay eğridir, galaksiler ve güneş sistemlerinin yapıları ve hareketleri eğridir; dolayısıyla, "zaman" da eğridir.

Eğimi aynı yöne doğru olan ve hiç değişmeyen bir çizgi gibi algıladığımız zaman, aslında eğri, dairesel (daha doğrusu eliptik) bir hareketle aynı niteliği taşıyor. Yani tıpkı eskilerin düşündüğü gibi.

Evreni ve uzayı hâlâ, Eski Yunan'dan kalma alışkanlıklarla, üç boyut içinde tanımlanan bir "Euklides Uzayı" olarak görüyoruz. Gözlerimizin önünde, çoğu kez bir kübik evren modeli beliriyor bu nedenle. Böyle bir uzayda, belli bir noktadan, bir diğerine giden dümdüz çizgiler görmeye çalışıyor ve buna "zaman" diyoruz.

Oysa artık anlaşılıyor ki işler hiç bizim bildiğimiz gibi değilmiş! Evrenin "sonsuzluğu" bile tartışma konusu, çünkü bu sonsuzluk ancak sözünü ettiğimiz döngülerin sonsuzluğuna bağlı bir olgu. Evren ve uzay, yuvarlak, eliptik ve son derece hareketli. Bu nedenle, Euklides Uzayı'ndaki gibi, iki nokta arasındaki en kısa yol onları birleştiren çizgi değil. Böyle bir çizgi, uzayın hiç bir yerinde yok; dolayısıyla çizgisellik de yok. Antik çağ toplumlarının bilgeleri de bundan çok farklı bir şey söylemiyorlardı zaten.

 kozmoz

 Ondokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren matematik ve teorik fizikte atılan adımlar, gerçekten şaşırtıcı biçimde evrenle ilgili kavrayışımızı kökten değiştirecek niteliktedir ama bunların toplum tarafından asimile edilmesi; varılan yeni düşünsel noktaların günlük konuşma diline nüfuz edecek oranda kitlelerce benimsenmesi hiç de sanıldığı kadar kolay değildir.

Georg Feuerstein'ın da dediği gibi, bir bilimsel bulgunun genel kabul görüp insanlığın malı haline gelmesi, bugün varolan sistem içinde en iyimser tahminle 15 ila 20 yılı alır. Akademik bilim bürokrasisine takılıp raflarda tozlanmaya terk edilen, reddedilen tezleri saymıyoruz bile.

Bu anlamda, uzayın eğriliği ve evrenin yapısıyla ilgili "yeni" olarak aktardığımız bilgiler aslında ondokuzuncu yüzyıldan itibaren gündemde olan ve tartışılan tezlerle bağlantılıdır. Georg Friedrich Bernhardt Reiman, uzayın aslında nasıl bir yapıya sahip olduğuna ilişkin vardığı sonuçları daha 1854'te bilim dünyasının gündemine getirmişti; ne var ki aradan yüz yılı epey aşkın bir süre geçmiş olmasına rağmen bu bilginin dünya kamuoyuna bütünüyle mal edilebildiğini söyleyemeyiz.

"Riemann'ın küresel uzay tasarımı, evrenimizin gerçek şeklinin de böyle bir uzay olarak düşünülebileceği fikriyle birlikte, bilim tarihinde görülen, alışılagelmiş dünya görüşünden en özgün ve en kökten kopuşlardan biridir.

Yirminci yüzyılın önde gelen fizikçilerinden Max Born şöyle demiştir: 'Bu sonlu ama sınırsız uzay fikri, dünyanın ne olduğu konusunda aklın ürettiği en önemli kavramlardan biridir.' Tuhaftır, Born bunu derken Einstein'ın fikrine bir gönderme yaptığını sanıyordu, zira Einstein evrenbilim alanındaki çalışmasına, Riemann'dan diğer iki temel fikirle birlikte, bu küresel uzay kavramını da katmıştı; söz konusu öteki iki fikirse, uzayın eğriliği (kıvrılmışlığı) ile dört boyutlu bir eğri uzayın betimlenişiydi.

Riemann bütün bu kavramlarla birlikte, daha yirmili yaşlarındayken küresel uzaya -modern evrenbilimciler için aynı derecede ilginç- bir alternatif de bulmuştu: 'Hiperbolik uzay'. Bunları 1854'te, yirmi sekiz yaşındayken, Göttingen'de verdiği bir derste bilim dünyasına sundu. Bugün geriye doğru bakınca, söz konusu dersin modern evrenbilimin doğuşunu belirlediğini açıkça görüyoruz."

Buna rağmen, 1854'te Riemann'ın çığır açan düşüncesi, izleyen dönemde Einstein ve Born'un, Bertrand Russell'ın, William Kauffmann'ın ve nihayet günümüzde Stephen Hawking'in yaptığı katkılarla radikal biçimde değişen uzay kuramlarını "günlük yaşam" içine hâlâ sokabilmiş değil. "Yapısı gereği devrimci" diye nitelediğimiz bilim, bir yerlerde, bir köşede gerçekten akla durgunluk verecek sonuçlara ve bulgulara ulaşmayı sürdürse de, "üretim biçimi ve üretim ilişkileri" içinde, yani "teknoloji"yle paslaşarak, bugün dünyaya egemen olan şirketler imparatorluğunun kâr hanelerini yükseltmeye yönelmeyen hiç bir bilimsel yenilik, kitlelere mal edilemiyor.

Yeniden konumuza dönelim: Uzayın, 2000 yıldır Batılı düşünce sisteminin temeline yerleşen Euklides uzayındaki gibi "düz" değil de "eğri" olması ne anlama gelir?

Sınırlanmış küçük ölçekli alanlar için belli koşullar altında geçerli kabul edebileceğimiz Euklides uzayı içinde, aynı düzlem üzerinde rasgele seçeceğiniz üç noktayla oluşan üçgenin iç açıları toplamı, her zaman 180 derece olacaktır. Bu aslında Euklides uzayının değil, iki boyutlu uzayın, düzlem geometrisinin temel kurallarından biridir.

Ama eğri olan bir uzayda, böyle bir üçgenin iç açıları toplamı 270 derece bile olabilir: Kuzey kutbunda belirleyeceğiniz bir noktadan, ekvatoru kesen iki dikme çizin. Bu iki doğrunun birbirlerine yaptıkları açı da, 90 derece olsun. Yerküre üzerinde böyle bir mantıkla oluşturacağınız üçgen, her açısı da 90'ar derece olduğu için bildiğiniz klasik kuralları alt üst ederek iç açılarının toplamı 270 derece olan bir ucubeye dönüşecektir; çünkü dünya, her ne kadar yüzeyi üzerinde bir üçgen tasarlanabilse de, küresel bir yapıya sahiptir.

Aynı mantıkla, uzay, evren ve galaksiler arası boşluğa ilişkin yapacağınız gözlem ve hesaplarda da benzeri yanılgılara düşmeniz kaçınılmazdır. Uzay, "bildiğiniz uzay" değildir çünkü.

Belleğimize çakılan bir başka şablon, uzayın tanımıyla ilgili. Yine ta ilkokul yıllarımızdan kalma alışkanlıkla uzayı, "içinde galaksiler, güneş sistemleri ve gezegenlerin olduğu sonsuz bir boşluk" ifadesiyle tanımlarız hep. Sonsuzluğunun son derece tartışma götürür olduğuna değindik. "Boşluk" meselesinin de hiç sanıldığı gibi olmadığı gün geçtikçe daha net olarak ortaya çıkıyor.

Bir yanıyla maddeyi en küçük bileşenlerine ayırma yolculuğumuzda son vardığımız noktada, "parçacık teorisi" nin (Quantum Theory) sağladığı bilgiler sayesinde şu ünlü "boşluk" meselesinin neredeyse bir "şehir efsanesi" olduğunu fark etmeye başladık. Diğer yandan da kozmolojimiz, uzayın hiç de sanıldığı gibi "boş" olmadığını; henüz tam olarak kavrayamadığımız ve niteliğini anlayamadığımız madde ve enerji biçimlerini içerdiğini bize anlatır oldu artık.

"Karanlık madde" ve "karanlık enerji" olarak adlandırılan yeni kavramlar, uzaya bakışımızı hızla değiştiriyor. Bugün bilim adamları, evrenin üçte birinin bildiğimiz maddeden, üçte ikisininse, henüz ne olduğu çözülememiş bu karanlık madde ve karanlık enerji karışımından oluştuğunu söylüyorlar.

"Bu görünmez madde, gördüğümüz yıldız ve galaksilere yaptığı çekimsel etkiler yoluyla fark edilebilir ama kendisi elektromanyetik ışınımın hiç bir türünü yaymaz - ne görünür ışık, ne radyo dalgaları, ne kızılötesi, ne morötesi, ne X-ışınları, ne gamma ışınları - hiç bir şey. Gerçekten görünmezdir. Adına karanlık madde diyoruz."

Böylece, son derece kesin ve değişmez sandığımız bazı çok temel bilgilerimiz de hızla sarsılmaya başlıyor: Uzay, gezegen ve galaksilerin içinde dolaştığı bir "sonsuz boşluk" falan değildir. Hatta, doğrusunu söylemek gerekirse belki "uzay" diye tanımlanacak tek ve homojen, uçsuz bucaksız bir alan bile söz konusu değildir artık. Madde ve enerjinin, varlığından yeni haberdar olduğumuz biçimleriyle tanışıklığımız henüz başlıyor.

"Karanlık madde nedir? Var olduğunu biliyoruz ama ne olduğu konusunda çok az fikrimiz var. Karanlık madde, uzaya dağılmış durumdaki gezegenler veya çok sönük yıldızlar olabilir. Karanlık madde, engin bir atom-altı parçacıklar denizi olabilir. Her ne ise, karanlık madde, evrendeki maddenin çoğunluğunu oluşturuyor."

Eğer madde kütlelerine "ada" dersek, bu durumda söz konusu madde ve enerji biçimleriyle onu saran uzay için de "deniz" benzetmesini yapabiliriz. Yani her şey, eskilerin dediği gibi aslında: Bütün o "çoktanrılı, ilkel" mitolojilere göz atın; başlangıçta evrenin yalnızca uçsuz bucaksız bir "ilksel deniz" (Sümerce'de AB.ZU) olduğu fikrine rastlayacaksınız.

Bu denizin içinde, karaların ve onları çevreleyen havanın yaratıldığına ilişkin temel anlayış, Hopi kızılderililerinden Sümer'e; Mayalar'dan Fenikeliler'e dek her yerde karşınıza çıkacak. Tıpkı bugün, artık "boşluk" olmadığını bildiğimiz "uzay" denen oluşumun yeni yıldız ve galaksileri kendi içinde yaratması gibi.

Şimdi, "dünyanın öküzün boynuzları üzerinde duran düz bir tepsi; gezegen ve yıldızlarınsa dünya çevresinde dönen ışıklar olduğuna" inandıklarından söz ettiğimiz; "korktuğu doğa olaylarını ve güneşi, ayı, yıldızları tanrı sanan" uzak atalarımızın "ilkel çoktanrılı" düşünce sistemlerini yargılamadan önce belki biraz daha düşünmenin yerinde olduğuna karar verebiliriz! 

MARDUK GELİNCE

 
Gerçekten de eğer okyanusun iki yakasında tarihsel izleri görülen, 'dünyanın dönüş hızının yavaşlaması' gibi bir olgu varsa, bu bir tek şeyi gösterir: Dünyanın ekseni ve manyetik kutuplarına yönelik çok şiddetli bir baskı uygulanmıştır. Bunu da ancak çok yakından geçen, ters yörüngeli ve büyük kütleli bir gezegen yaratabilir. Aslında iki olayın eş zamanlı olup olmaması da çok önemli değildir; her iki anlatı, birbirinden çok uzak zamanlara ait sözlü efsanelerden aldıkları esini kullanıyor olabilirler.

Dikkat çekici olan nokta, Hitit Mitolojisindeki Hahimmas Miti ya da Mısır'da karşımıza çıkan "Ra'nın Gözü" hikâyesinde olduğu gigi, güneşin ortalardan kaybolduğu sıradışı anlara ilişkin, toplumsal bellekte yer etmiş olayların varlığıdır.

"Enuma Eliş" ve sümer kil tabletleri ya da silindir mühürler bize yalnızca Nibiru/Marduk adlı bu gezegenden söz etmiyor. Güneş sistemimizin henüz tanışmadığımız bu üyesinin, cüssesine uygun büyüklükte ve çapta, dört de uydusu var. Yaratılış efsanesinde bu uydulardan birinin "Tiamat'a saldırdığını" okuyoruz; ve onu parçaladığını. Tiamat'tan geriye kalan parçalar, bu çarpışmadan artakalan "molozlar".

Şimdi, böylesine büyük bir kütleye ve çevresinde dönen dört uyduya sahip dev bir gezegenin, yörünge geçişleri sırasında güneş sistemimizin dünyanın da bulunduğu bölümde ne denli büyük tehlikeler yaratacağını düşünebiliriz:

Büyük yeni çarpışmalara yol açabilir; asteroid kuşağından geçip Mars'a doğru yaklaşırken çok sayıda bu tür parçacığı çekim gücüyle "yedeğine alıp" yanında sürükleyebilir; bunların uzaya savrulmasıyla dünya ve uydusu ay üzerine meteor yağmurları yönlendirebilir; uydularıyla birlikte oluşturacağı güçlü etkiyle dünyanın atmosferini rahatsız edebilir ve benzeri görülmedik fırtınalara neden olabilir; dahası, yerkabuğuna uygulayağı güçle yeryüzünde büyük zincirleme depremlere, hatta eksen hareketinde aksama, yavaşlama ve durmalara bile neden olabilir.

Eski çağ toplumlarının bize bıraktığı zengin "mitoloji"lerde, bunların hepsinin izlerine rastlıyoruz. Hatta Ay'ın ve Mars'ın üzerinde gördüğümüz bol miktarda krater ve çukurlar, evrenin bu iki gök cismine hiç de nazik davranmadığının göstergeleri olarak hâlâ önümüzde duruyorlar.

Kitabın başından beri yinelediğimiz gibi, mitleri ve kutsal metinleri geçerli birer tarihsel kaynak gibi birebir "yaşanmışların kaydı" olarak kabul etmek, büyük bir yanılgı olur ve ancak körü körüne inancın varlığını gösterir.

Ama dünyanın değişik bölgelerinde binlerce yıldan bu yana varlığını koruyan, büyükçe bir bölümü çok eski çağlardan bu yana sözlü gelenekle aktarılmış bu külliyatı bütünüyle "uydurulmuş hikâyeler" olarak görüp, dikkate almadan bir kenara atmak, sandığımızdan çok daha vahim bir hataya sürükleyebilir bizi.

Düşeceğimiz en büyük ve en korkunç yanılgı, sahip olduğumuz bilim ve teknolojiye narsist bir utkuyla bağlanıp, "ne çok şey bildiğimizi" düşünerek böbürlenmek; eski çağdaki atalarımızıysa "hiç bir şey bilmeyen batıl inançlı cahiller" olarak yargılamaktır. Evren ve bu gezegendeki varlığımız hakkında neredeyse hiç bir şey bilmiyoruz. El yordamıyla başlayan ve hızlanarak süren bir bilgilenme dönemindeyiz henüz; elimizdekilerse son derece az.

"Çok açıktır ki, eskilerin yazdıklarına daha saygılı bir tavırla yaklaşmamız gerekiyor. William Irwin Trompson, Tarihin Kıyılarında 

Burak ELDEM 

MARDUKLA RANDEVU 2012 adlı kitabından





 
  Bugün 7 ziyaretçi (28 klik) kişi burdaydı!  
 
Arama.CC - Site Ekle, Link Ekle, Toplist, Url Ekle Eğitim Web Siteleri Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol